Kitaplarım

Bir okuyucu ölmeden önce bin hayat yaşar. Hiç okumayan bir insan ise sadece bir hayat yaşar.

“Tutku” dedi bilge.
Başını ateşe eğdi. Alevler yüzünde yalazlandı, sakalında kızıla çalan gölgeler oynaştı; eski bir pırıltının izi okundu gözlerinde.
“Tutku,” diye tekrarladı, “tutku yanmaktır.”

Alev onayladı meşe odununun beline hırcın dilini uzattı, kavradı, geri çekildi. Alevin ilk hamlesine engel olan su cısıladı, kora düştü, buhar oldu. İkinci defasında odunun gövdesi kızardı, duman doldu gözenekleri.
“Tutku varsa akıl yoktur. Akıl bir yedeklemedir, beyin at uşağıdır... Aklın görevi tutkuya yol açmaktır, o hep bir adım geridedir. Tutkunun olduğu yerde akıl gururunu kaybeder, “ussallık” adına konuşturabileceği her silahı elinden alınmıştır. Bilinen tek şey, tutkunun kendi yolunda gideceğidir.”
Dışarıda rüzgarın çığlığı yankılandı.
Mağaranın girişinden bir tutam kar savruldu içeriye.
Bir kurt uzun uzun uludu.
Bilge iri kemikli elini ateşe uzattı. Vahşi atmosferi tamamlayan ilkel bir hançereyle devam etti: “İçgüdünün çığlığı. Kurdun aklı içgüdü. Henüz sınırda o, tutkuların ve içgüdünün sınırında; ama bir an, hiç olmazsa hayatında bir kere tüm sınırları geçecek. Tutku, varolmanın, dayanılmazın kritik anında kasırga gibi gelip kendi hükümranlığını ilan edecek. O zaman orkestra susar; sadece bir ses, bas bir ses duyulur. Uğultulu, karşı konulamaz bas bir ses. Bütün akortlar bozulur; çünkü varlık değişmiştir, farklı, nüfuz edilemeyen bir kimlik olmuştur artık. Yeni bir gerçekliğe sıçrayan sadece  o mudur? Hayır, her şey... Nedenler de tutkunun karşısında yeni bir kozmik yapıdır. Nedensellikler yoktur, tutku ve tutkunun önlenemez meydan okuması vardır.
Tutku, uzun uzun uluma değil, kısacık; ama öldürücü bir çığlıktır...”
Dışarıdaki karı, karanlığı, ormanın tehlikelerini düşündüm.
Dizlerime kadar ıslaktım. 
“Beni tutkularım getirdi,” diye fısıldadım.
Bilge gözlerime baktı, sonra başını ateşle ıslak odunların öfkeli kavgasına çevirdi.
“Tutku muydu beni getiren?”
Bunu söylerken, bu garip adamın mağarasına gelişimi düşündüm. Hangi akıllı yapardı bunu? Tutku kitaplarda da vardı, üzerine sözler vardı, tarih boyu düşülmüş kayıtlar vardı. “Tutku öğrenilemez yaşanır,” diye gelmemiş miydim?”
Bilge yokmuşum gibi fısıltıyla devam etti: “Ateşi herkes bilir, alevi, odunu, çıtırtıyı... Dumanı herkes bilir. Sadece kelime olarak değil, ateş denildiğinde herkes hatıralarına yer etmiş alevleri hayal edebilir, doğru; ama bir an; sonra üzerinde durmaz pek. Halbuki ateş denildiğinde sıcaklığı hissetmek, dumanın kokusunu duymak, o közün yüreğinden gelen çıtırtıyı aynı zamanda kendi yüreğimizden de çekerek canlandırmak... karanlığı, duvarları sıcaklığının kızıl rengine boyayan alev yalazlarını, bizi alıp götüren yalnızlığı, kederi, varsa, evet varsa sevinçleri, o buruk bir tatla dokunduğumuz sevinçleri... hepsini hepsini yeni baştan bilmek, görmek, hissetmek, yeniden yaşamak gerekmez mi?
Söz şimdi gelişigüzel oynanan yalancı bir oyuncak.
Dışı parlak, içi boş. Çok konuşur bir şey söylemez olduk. İlkel bir dil kadar kelimelerimiz gerçeğe yakın değil. Ateş dediğimizde yanmıyor, hayat dediğimizde hissetmiyoruz. Sonra bulamadığımız, yaşamadığımız anlamları kelimelere yüklüyoruz. Tutku öyle mi? Bu kadar çok konuşmaya hakkımız var mı?”
Sesindeki öfke tınısı konuşmanın sonuna doğru soldu, cılızlaştı, konuşma muhatapsız bir söylenmeye dönüştü.
“Üç kelime söyledim sadece,” dedim.