Milli Takım, ümitsiz anları zafere çevirmeyi bildi, ümidin alabildiğine yükseldiği bir anda da kupaya veda etti. Ne olursa olsun, sonucun önemi ortada. Çeşitli endeksler itibarıyla Avrupa ülkeleri sıralamasında daha geride bulunan Türkiye'nin iş futbol olunca başlarda güreşmesi hepimizi sevindiriyor.
Bu sevincin ardında teselliye benzer duyguları görmemek imkânsız. AB ile zorlu müzakereler yapıyoruz, önümüze bin bir engel çıkartılıyor, hatta kimileri yüksek sesle "Siz Avrupalı değilsiniz," diyor; böyle bir ortamda Avrupa kupası yarı finali oynuyorsunuz. Avrupalı olmak ne demek, bu konudaki zengin çağrışımlar bir kenara, yarı finale yükselen bir ülkenin Avrupalılığı hakkında herhalde herkes bir kez daha düşünmek lüzumunu hisseder. O yüzden, bazı gazete yorumcularının da yazdığı gibi, Türk Milli Takımı elde ettiği başarı ile şu mahut Avrupalılık meselesine de güçlü bir cevap vermiş oldu.
Futbolun hastası olanların varlığını biliyoruz. Bir solukta ligdeki takımları, onların oyuncularını, hatta yedek oyuncularını sayan, her bir oyuncunun kısa tarihçesini sunan insanlardan bahsediyorum. Benzeri bir çalışmayı herhangi bir sosyal bilimler alanında yapsa ucu doktoraya gidecek kadar bir emeği gözlerini kırpmadan futbola hasredenlerin sayısı hiç de az değil. Bir de futbola uzaktan bakan, bazı takımları bilen, bunların arasından birisine karşı da çok ilgisiz bulunmayan insanlar var. Bu insanlar, hafta sonlarını futbol maçlarına göre düzenlemeseler de iş Milli Takım'ın maçlarına geldiğinde olup bitene bigane kalamıyorlar. Nitekim futbolla hiç ilgisi bulunmayanlar bile Milli Takım'ın maçlarını heyecanla seyredebiliyorlar. Hele bir de Milli Takım şu son Avrupa kupasında olduğu gibi destanî yanları da bulunan bir oyun sergileyip başarısını katmerleştirdiğinde ilgili ilgisiz çok daha büyük kitleleri futbola çekebiliyor.
Şu çok açık, futbol sadece futbol değil. Güney Amerika diktatörlükleri için bir dönem, futbolla kitleleri uyuşturdukları, gerçek hayatın acılarına karşı bir teselli ve tatmin unsuru olarak futboldaki başarıları kitlelere sundukları söylenirdi. Benzeri bir tespit, arenaları, boğaları ve matadorlarıyla ünlü İspanya'nın General Franko'su için yapılmıştı. O da İspanya iç savaşından galibiyetle çıkmış, 1974'e kadar ülkeyi demir yumruğuyla yönetirken, kitleleri arenalarda büyük hazlar ve heyecanlarla kendinden geçirmişti. Ancak işin doğrusu futbolu, diğer spor dallarını sadece buna indirgemek, onu gerçek hayatın peçesi olarak tanımlamak çok doğru değil. İktidar ilişkilerinde egemen kesim kitleleri denetim altında tutmak için çeşitli yol ve yöntemler uygulayabilirler, ancak bu amaçla dahi sahaya sürülen araçlar sadece "amaç-araç" ilişkisi çerçevesinde çalışmaz. Kitleler bu tür kitlesel gösterilere kendi hikâyelerini, duygularını, tahayyüllerini yansıtırlar. Daha da ötesi, ortak kimliği temsil eden sembollerin başarıları ve dramatik yenilgileri, bizi, kişisel varlığımızın ötesinde, onun da içinde eridiği ortak kimlikle en otantik şekilde karşılaştırır.
Bütünüyle dünyevi akla indirgediğimizde, sahada futbol oynayan on bir kişinin bizimle ilgisi meselesi ancak metafiziğin konusuna girer. Çünkü biz o futbol oyunuyla maddi bir bağ içinde değilizdir. Ancak bildik illiyet bağlarını geçip "hayali ilişkiler" alanına girdiğimizde, orada her tür insani bağın kurulduğunu, dünyanın (içindekilerle birlikte) bambaşka bir zeminde yeniden üretildiğini görürüz. Çekirdeğinde maçın oynanma anı bulunan bir zaman diliminin makul bir öncesi ve sonrasında insanlar "kendilerini çok daha derin bir şekilde ortak aidiyet dünyasının parçası" hissederler, oynanan maçı bu aidiyetin referansları üzerinden takip ederler. Maçlar adım adım başarı piramidinden yukarıya tırmanmayı sağladıkça bu aidiyet bağları sıkılaşır, nabızlar ortak hale gelir, "birbirini hiç tanımayan insanlar" bir anda kardeş olurlar.
Nitekim Milli Takım'ın galibiyetle biten maçları sonrasında sokaklar, caddeler dolmuş, metropollerin labirentlerinde gecenin karanlığı içinde belki bir daha birbirleriyle hiç karşılaşmayacak, karşılaşsalar bile böyle bir ortak havayı solumayacak, yalnız güzergâhlarında yürüyecek insanlar, tıpkı yaban hayatındaki kabile üyeleri gibi, kendilerini aynı klanın üyesi hissetmişler, kardeşliklerini teati etmişlerdir. Piramitte daha yukarılara çıkıldıkça, ortak aidiyetler halkası da genişlemiş, Milli Takım sadece Türklerin milli takımı olmaktan çıkmış, çok geniş bir coğrafyada "ötekilere karşı" ortak niteliklerde buluşabilen herkesi kendi anlam dairesinde toparlamıştır. Sadece Türk dünyasından değil Arap ülkelerinden de övgülerin gelmesi, spikerlerinin izleyicileri de temsil eden o çarpıcı heyecanları bu parametrelerin neler olduğu konusunda hepimize fikir vermektedir. Ancak dairenin bundan ibaret olduğu da düşünülmesin. Dünya ölçeğinde bir saha çalışması yapılabilseydi, kendisini küresel dünyanın kenarında hisseden, egemenlerle aralarındaki mesafeyi dert eden, merkeze yürümek kadar merkeze karşı direniş sergileme üzerine de hayli külliyatı bulunan ülkelerin insanlarında da Türk Milli Takımı'na karşı ciddi bir sempati görülebilirdi. Çünkü Türk Milli Takımı "kendisinden beklenmeyeni" yerine getirmiş, merkezin bazen küstahlaşan hiyerarşik dünya tasarımını altüst etmiş, zayıf gibi görülenin de büyük zaferler elde edebileceğini kanıtlamış, en umutsuz anlarda dahi kendine güvenle ve cesaretle koşarak buradan kan ve ter bahasına başarıyı çıkartabilmiştir. Esasen bu kupada Milli Takım'ın maçlarını destanî düzeye yükselten tam da budur ve destanî olana hayranlık hissedenler sadece bu taraftakiler değildir, fay hattının diğer yanında kalanlar da aynı şekilde bundan büyülenmişlerdir. Çünkü destan her tür politik dilin, kadastronun ötesinde insanlığımızın en onurlu, en çarpıcı güzellikteki yanlarından birisidir. Büyük medeniyetler, farklılıkların yanı sıra insanoğlunun ortak niteliklerini aşkın bir şekilde çekirdeklerinde bulunduran medeniyetlerdir. Nitekim bu tür medeniyetlerin savaşlarında bile, yenilen ordunun kahraman önderleri ve mensupları, bu soylu tutumlarının mukabili bir soylulukla karşılanırlar. Alparslan'ın Romen Diyojen'e Rus çarlarının Gazi Ahmet Muhtar Paşa'ya, Şeyh Şamil'e saygılı yaklaşımları sayısız örnekten birkaçı olarak hatırlanabilir.
Yarı final maçının ertesi gününde maçı seyredip seyretmediğini sorduğum bir arkadaşım, "Ne yazık ki dedi, evde tek başıma seyretme bahtsızlığına uğradım. Bir ara -hiç itiyadı olmadığı halde- kahveye mi gitsem diye düşündüm." dedi. Milli maçlarda yanımızda aradığımız birileri, eş dosttan başka sokakları dolduranlara, bu ülkenin seması altında toplananlara, nihayet ulus ötesi medeniyet hatlarına kadar ulaşabiliyor. Sonuçta, hayatın bir temsili olarak insanî her tür unsuru içinde barındıran futbol, buradaki "karmaşık duygularımızı" bir düzene sokarak terapi etkisi doğuruyor. Beraber gülmek ve ağlamak, yaban hayatındaki atalarımızın büyüleyici danslarıyla, törenleriyle akraba bir gelenek... Modern insan, bu semanın altında yalnız bir yıldız olarak yoluna devam ederken, bazen bu tür "ayinlerle" otantik ortak kimliği tecrübe ediyor. Futbolu hayatın başka araçlarla devamı yapan da işte bütün bunlar.
M. NACİ BOSTANCI
29 Haziran 2008, Pazar