Edward Said 68 yaşında öldü; kan kanseriydi ve on küsur yıldır bu hastalıkla mücadele ediyordu.
Edward Said 68 yaşında öldü; kan kanseriydi ve on küsur yıldır bu hastalıkla mücadele ediyordu. Bütün hayatı kudret sahiplerine karşı zayıfın haklarını savunmakla geçmiş birisinin paralel bir süreçte bir de böylesine “amansız” diye tabir edilen bir hastalıkla uğraşması ne kadar ilginç. Bazen birkaç cephede birden savaşmak zaaf yaratmak bir yana insanı daha fazla bileyebilir. Said her sorunu, her güçlüğü bileyi taşına çevirmesini bilen birisiydi.
Said, Türkiye’deki okuyucular tarafından yakından tanınan bir isim. “Haberlerin Ağında İslam” (1981) 1984’te Pınar Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı, yine aynı yayınevi 1991’de Said’in neredeyse en meşhur kitabı diyebileceğimiz “Şarkiyatçılık”ı özgün adıyla “Oryantalizm” olarak yayınladı. Metinler elbette içine girdikleri toplumsal-kültürel yapının referansları açısından okunur; Said’in kitapları da bu durumdan vareste değildi. “Haberlerin Ağında İslam”, batı medyasının İslam hakkındaki yalan yanlış olduğu kadar taraflı ve hasmane tutumunu ortaya koyuyordu. Türkiye’deki okuyucular öteden beri batı karşısında hissettikleri o derin haksızlığa uğramışlık duygularını telafi edecek biri olarak gördüler Said’i. Daha sonra yayınlanan “Oryantalizm”, farklı okumalara açık niteliklerine rağmen bir önceki kitapla benzeri bir bağlama yerleştirildi. Sadece siyasi, iktisadi gücün değil aynı zamanda sözün de iktidarına sahip olan batının Said’in dilinden ve kaleminden güçlü bir karşılık bulduğu düşünüldü. Bu kitaplar, az çok tarihe, toplumsal konulara ilgi duyan herkesin kariyerinde vazgeçilemezler arasına girdiler.
İki dünyanın insanı...
Doksanlı yıllarda Said’in kitaplarından “Entelektüel” (1995- Ayrıntı); “Kültür ve Emperyalizm” (1998-Hil); “Şarkiyatçılık” (yeniden ancak bu defa Metis-1999); “Kış Ruhu”, (2000-Metis) peş peşe Türkçeye çevrildi. Böylelikle 20. yüzyılın bu büyük entelektüelinin fikirlerini daha iyi anlamak, değerlendirmelerinin hangi bağlama yerleştirileceğini kestirmek kolaylaştı. O, ne İslam ülkelerinde sanıldığı ya da görülmek istenildiği biçimiyle İslam’ın yılmaz savunucusu, ne de kimi batılıların (kitaplarında portresini çizdiği oryantalistlerin canlı birer örneğine dönüşerek) söyledikleri gibi radikal bir Batı düşmanıydı. O, Filistin ve Mısır gibi iki İngiliz sömürgesinde geçmiş çocukluğun kazandırdığı bir “Şarklılık” bilincinin ve ABD’de gördüğü verimli eğitimin ürünü bir bakış açısıyla olup bitenleri sergilemeye, bildik klişelerin çok ötesinde kalan safları bir mikro-cerrah gibi açığa çıkarmaya çalışan birisiydi. (1999; 35) Durduğu yer kendi ifadesiyle şöyleydi: “Benim denetimimde olmayan nesnel nedenler, Batı eğitimi görmüş bir Arap olarak büyümeme yol açtı. Kendimi bildim bileli, tümüyle birinden ya da diğerinden olmaksızın, her iki dünyaya da ait olduğumu hissettim.” (2000; 32)
“Entelektüel” kitabının da temelini teşkil eden BBC’deki Reith konferanslarını vermesi söz konusu olduğunda Batılı medyanın çeşitli suçlamalarıyla karşılaşmıştı. “Suçlama” çabasının insanı nasıl akli muhakemeden uzaklaştırabileceğini beceriyle teşhir etti: “İtirazcı gazeteci ve yorumcular sık sık benim Filistinli olduğumu, bunun da herkesin bildiği gibi şiddet, fanatizm ve Yahudilerin öldürülmesi demek olduğunu söylüyorlardı... The Sunday Telegraph gazetesi de o tumturaklı üslubuyla beni Batı karşıtı diye tanımlayıp yazdıklarımda dünyanın, özellikle de Üçüncü Dünya’nın bütün kötülüklerinden Batı’yı sorumlu tuttuğumu yazdı.” (1995; 11) Onun kitaplarından bir satır bile okunmamış olduğu izlenimini veren; ancak buna rağmen hakkında en acımasız eleştirileri dile getirenler de Batılıydı, onu konferansa davet eden BBC yapımcıları da. Said, dar görüşlülüğün olduğu kadar klişelere ve indirgemeci anlayışlara karşı çıkan entelektüel nosyonun da kategorik coğrafyalara hapsedilemeyeceğini biliyordu.
Said’in Reith konferanslarında portresini çizdiği entelektüel tıpkı kendisi gibi ülkesinden “sürgün” edilmiş, gittiği ülkeye “yabancı”, nihayet her nerede olursa olsun iktidarlarla bağdaşmayan karakteri nedeniyle “marjinal” bir insandı. Üstelik geldiği Doğu coğrafyasının “yerliliğini” önemli ölçüde belirleyen İslam dinine değil, orada da bir bakıma “yabancı”lığını hatırlamasına vesile olan Hıristiyanlığa aitti. Sadece maddi dünyanın coğrafyasında değil zihninin uzamlarında da sürekli kendini hissettiren bu “yabancılık” onu, kolektif kimliklere aidiyetin kimi zaman bir tehlike olarak beliren bağnazlıklarından korudu.
Son tahlilde elbette yaşadığı tüm coğrafyalara ve nihayet kökleriyle bir yere aitti; İngilizlerden sonra İsrail tarafından işgal edilen vatanı Filistin’e karşı duyduğu derin sevgi ve bağlılık, onu birçok platformda Filistin davasının sözcüsü yaptı. Ancak bu politik faaliyetler hiçbir zaman entelektüel ahlakının önüne geçmedi; vatan sevgisini (herhalde Said için bildik anlamların ötesinde bir yeri var bu kavramın) ve Filistinlilerin çektikleri acıyı yerelliğe kapanarak değil evrensel bağlama yerleştirerek dile getirdi, tartıştı. Öte yandan ise kendisini bir Amerikalı entelektüel olarak gördü, Amerika’nın dünya ölçeğinde oynayacağı ahlaki role inancını sadakatle sürdürdü.
“Kış Ruhu” kitabının ilk yazısının başlığı “Dünyalar Arasında”dır. Hayatını anlattığı bu yazının sonlarına doğru Said anılarını yazmaya başladığından söz eder. Çocukluğunun ülkeleri artık yoktur, ne Filistin, ne 1952 öncesinin Mısır’ı; işte tam da bu yüzden “ortada kurtarılmaya ve yad etmeye değer bir hikaye vardır.” (2000; 26). Üstelik “Her yürekte, olup bitenlerin gerçek hikayesini oturup ilk ve son kez yazma arzusu gizli” değil midir?
Said’in hayatındaki asli bir varlığa, ölmüş annesine çok önemli bir şeyi bir kez daha iletme arzusuyla bir mektup yazarken kendisini bulduğunda hatırına gelen Adorno’ya yaptığı atfı biz de yaparak yazıyı noktalayalım: “Yazar der Adorno, bir ev kurar metninde... Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı... Ama kişi kendine acıma duygusuna yenik düşmemek için bir teknik zorunluluğa da dikkat etmelidir: Zihinsel gerilimin gevşeme olasılığına karşı her zaman uyanık olmak ve yapıtın üzerinde kabuk bağlamaya veya hedefsizce oraya buraya sürüklenmeye başlamış her şeyi atmak - üstelik, şimdi yavan ve cansız biçimde ortalıkta dolaşan bu artıkların geçmişte, bir tatlı dedikodu gibi, büyümeyi kolaylaştıran o sıcak atmosferi beslemiş olduğunu bile bile. Sonunda, yazara kendi yazılarında bile yaşanacak yer kalmamıştır.” (2000; 27)
Said’in söylemeyip Adorno’ya söylettiği ifade elbette doğru değil. İnsanlar ölür ama fikirleri, entelektüeller kadar ifade ettikleri hallerin sahiplerince de yaşatılır. Zaten Said de bu sözleri kendisi söylemeyip Adorno’ya söyletirken yan gözle arkada kalan bizlere bakmakta değil midir?
Naci Bostancı
04.10.2003