12 Eylül öncesine ait tecrübeleri olanlar “kurtarılmış bölgeler”i hatırlayacaktır. Bunlar, tanımlayanın ideolojik pozisyonuna göre kurtarılmış ya da işgal altındaki bölgelerdi.
Toplumsal buhranların yükseldiği dönemlerde kurtuluş rüyaları da güç kazanır. Bu yüzden, büyük şehirlerde semtler, mahalleler, okullar, sokaklar, orta ölçekli iller, ilçeler, hatta kasabalar, köyler birilerinden bir şekilde kurtarılmıştı ve aslında böylelikle, bir bakıma her yerin “kurtarılmış” olduğunu söylemek dahi mümkündü.
Ülkenin bilinen sınırları yanında, içinden geçen bu sınırlar da “siyasal”dı. “Sahipleri”nce hayal edildiği şekliyle bu “küçük ülke”leri; sokaklarında haykırılan sloganlar, ahalinin “şüphesiz gönüllü olarak ödediği” bağışlar, –”vergiler” denmeliydi belki de– duvarlarına yazılan sloganlar sembolize ediyordu. Böylelikle, soyut kurtuluş retoriğinin yanı sıra can acıtacak kadar gerçek olan egemenlik altına alma açığa çıkıyordu. Bu durum, tıpkı ülkeler gibi ideolojilerin de dış ve iç sınırları olduğunun kanıtıydı. Gerekçeler, sebepler, mazeretler ve masumiyetler üzerine geliştirilen sözler hayatların sahici parçalanmışlığını önleyemedi; dışarıdaki barikatların benzerleri insanların iç dünyalarında yükseldi, dramatik savrulmalar yaşandı.
Sınırlar her zaman “fark”lı olanı ayırmıştır ve bir kez sınırlar kurulmaya başlanıldığında fark açık değilse bile zamanla bariz hale getirilir. Hele ortada barikat varsa ve kritik kavram “kurtuluş” ise, bu taraftakiler ölümüne dostlar, diğerleri ise ölümüne düşmanlar olur. Öyle de oldu, 12 Eylül öncesinde sınırlar belirlenmeye, barikatlar oluşturulmaya başlandığında dönülmez bir yola girildi; birbirini üreten kavi dostlukların ve düşmanlıkların da haritaları çizildi.
Yine 12 Eylül öncesiyle birlikte sonrasını da yaşayanlar, “ideolojilerine göre” çizdikleri siyasal sınırların ne kadar hayali olduğunu, gerçek sınırların ise topluma ait genel maddi şartlar tarafından çizildiğini gördüler.
Maddi şartlar sosyolojik süreçlerin ürünüydü. Mesela barikatlar, ötesi ve bu tarafı birbirinden farksız, aynı şekilde tek katlı, kerpiçten yapma, kış olunca çoluk–çocuk tek odaya sıkıştıkları gecekondu alanlarını birbirinden ayırıyordu. İşçi pazarlarında emeğini satan ameleler, taşra kasabalarının tozlu sokaklarında büyümüş, sonra her nasılsa büyük şehirlerdeki üniversitelerde öğrenci olmuş bozkırın ezik çocukları barikatların en ön saflarında yer alıyordu.
İbni Haldun’un “bedevi ümran” dediği aşamaya ait dostluk, dayanışma, yüce gönüllülük değerleriyle hayata bakanlar, ideolojilerini de oradan gördüler, mücadelelerini acılarıyla, kanlarıyla kutsadılar, nihayet hayatlarının anlamı için öldüler ve öldürdüler. Amansız ekmek kavgasından devşirilmiş kardeşlik hukuku ve öfke, siyasal alana taşındı. Kendileri kadar düşmanları da “bedevi ümran” aşamasında olduğu için “ölüm üzerine bir sosyal kontrat”la siyasal mücadeleyi sürdürmek zor olmadı.
Barikatların her iki tarafı
Gerçekte “ideoloji” dediğimiz tasavvur, hayatımıza girmeyen, bize dokunmayan fikirler değil, doğrudan gündelik hayatımızı ve dünyaya bakışımızı biçimlendiren pratiklerdir. Onları ortak bir mücadele üslubu üzerinde buluşturan, tuhaf şekilde sosyolojik süreçte aynı safta bulunmaları, maddi şartların çizdiği sınırda bu tarafta yer almalarıydı.
Hayatlarındaki benzerliği barikatların her iki tarafına aynı şekilde taşıdılar.
Tahmin edilebileceği gibi arkalarda ise her zaman olduğu gibi –Yeşilçam klişelerini hatırlatır şekilde– “tuzu kurular” topluluğu vardı. Onlar, “ideolojik” ayrılıklara rağmen, muhkem sığınaklarda korumaya aldıkları varlıklarının değeri konusunda hemfikirdiler. “Başkalarının çocukları”nın ölümünü en yakın akrabalarının dahi anlayamayacağı rafine bir duyarlılıkla seyrettikleri iddiasında bulundular ve bu “zarafeti” kendilerinin ödedikleri estetik bir bedel olarak kafi gördüler.
Ötesi boşluktu, ötesi ölenlerin “civciv gibi çoğalanlar” kabilesine ait olmalarıydı.
Onlar bireyliğin henüz kazanılamadığı tür kolonisindendiler. Tür için aslolan bireyin yaşamasından çok türün devamı değil miydi? Nasıl olsa “Bir ölür bin dirilirlerdi.” “Bir kişinin ölümü bir alemin ölümü gibidir.” sözü ise elbette sadece kendileri içindi.
Üzerinden silindir geçti
Görünen siyasal/ideolojik mücadelenin derininde bambaşka ülkeler, insanlar, dile gelmeyen tuhaf ittifaklar vardı.
12 Eylül’ün eleştirisi çok yapıldı, tekrar söylenecek fazla bir şey yok; ama 12 Eylül’ün bir olumlu yanı varsa, bu ülkede ideolojiler tarafından çizilen sınırların üzerinden de silindir gibi geçmesiydi. Kendi ürettikleri gettoların içine hapsolan insanlar, bu zeminde, “öteki”ni bir ölçüde de olsa keşfetti, yanılsamalar üzerine düşündü, toplumsal sorunlarla ilgili, hayali sınırlar çizen fanteziler yerine sosyolojik süreçlerin referanslarına daha fazla başvurur oldu. Bu akliliğin uzun soluklu olmaması ilginçtir; ülkenin havasından mı suyundan mı bilinmez; ama halihazırda toplumsal ve politik dinamiklere, bu tabloyu ortaya koyan faillere baktığımızda, yeniden “bedevi ümran”ın verileriyle sınırlar çizme eğiliminin canlandığını görüyoruz.
Elbette yeni durumun öncesinden farklı yanları da var: Bu defa barikatlar “yaşam tarzları, inançlar, etnik kimlikler” arasına kuruluyor, “ilericilik/gericilik” kaba ikilemi yeniden üretiliyor, duygusal, kışkırtıcı, heyecan verici “biz” tahayyülleri oluşturuluyor. Ancak yeni söylemler, parlak armalar, imanı tam dünyalar kafa karıştırmamalı; çünkü görünenle altındaki yine örtüşmüyor; derin Türkiye hemen kendini ele vermeyen bir mecrada akıp gidiyor. Oysa birazcık çaba, eleştirel bir bakış, sosyolojinin diline müracaat, tüm bu adlandırmaların, gettoları oluşturan eksenlerin modernleşmenin ürünü olarak ortaya çıktığını gösterecek; çözümün ancak derinlerdeki Türkiye’nin verilerine dayalı bir yaklaşımdan çıkartılabileceğini kavratacaktır.
“Hazeri ümran”ın içinden bakan bir akıl, görünürdeki siyasal parselasyonunun yanıltıcı sınırlarına takılmaksızın daha alttaki fay hatlarını okuyacak, asıl mücadele edilmesi gerekenin politik değil sosyolojik pozisyonlar olduğuna, fildişi kulelerin, cahilliğin, dar görüşlülüğün siyasal haritalara asla benzemeyen bambaşka yobazlık haritaları oluşturduğuna işaret edecektir.
‘Düzenleyici’ beklentisi
Bugün üzerimize karabulut gibi çöken toplumsal bunalımlarımızın kaynağında önemli ölçüde, siyasal olanla sosyal olan arasındaki bu nispetsizlik ve uyumsuzluk var. Sahte bir kamusallık tarafından teslim alınmış entelektüeller ve politikacılar toplumsal dip dalgalara körleşirler; siyasal olanın temsilciliğini üstlenerek buhranı derinleştirirler. Türkiye bugün bu buhranı yaşıyor. Bir “düzenleyici” beklentisi bu yüzden güçlü.
Toplumu tanımlamayan bir söz külliyatı üzerine gelecek herhangi bir “düzenleyici” kendinden bekleneni yerine getirme kudretinde olamaz; çünkü bu “kudret” özel bir vasıftan değil, ancak toplumsallığa tekabül eden bir fikir dünyasından çıkarılabilir. Mevcudun üzerine gelen “düzenleyici” buhranı ortadan kaldıramaz, sadece belki arazlarını bir süre için gözlerden ırak tutabilir.
Kurtuluş, toplumun kendini tanıması ve siyasal düzeye taşıması için gerekli olan söz düzeninin demokratikleşmesinden geçer. Kurtuluş, fatihlerin baştan çıkartıcı imajına değil, ancak iğneyle kazılarak çıkartılacak toplumsal derinliklere şifrelenmiştir. Derinlerdekini okuyan, onunla gerçek şartları içinde diyaloğa giren kazanacak, okuyamayan, kendi zihni parametrelerine saplanmış şekilde okuyan ya da okumaya gerek görmeyenler ise kaybedecektir; çünkü hepsinin ötesinde, nihai olarak belirleyici güç toplumsal gerçekliktir.
Onun önünü açanlar arkalarına muazzam bir güç alırlar; bilinçli olarak yahut yanlışlıkla barikat olmaya kalkışanlar ise dilini çözemedikleri bu “sessizliğin” nasıl hiçbir engel tanımadan kendi mecrasında akma iradesinde olduğunu acı içinde seyrederler.
Tıpkı tarihte nice örneklerinin görüldüğü gibi. O yüzden geçmiş önemli. O yüzden, ancak dünde kalmayan, yarını aydınlatabilen eleştiriler “ders çıkartma” ifadesini hak edebilir. Ve yine o yüzden, 12 Eylül için hayıflanmak yerine bir ders çıkartılacaksa, bu, sahte barikatları kavrama, daha derinlerdeki toplumsal gerçekliği okuma olmalıdır.
Naci Bostancı
12.09.2002