Yazılarım

Yazmak, ruhun geometrisidir.

Milli bayramlar millet eksenli kolektif kimliğin aynasıdır; bayramların kutlanma biçimi, mahiyeti üzerine oluşturulan söylem insanların “sıradan yaşamı”nı tarihten geleceğe uzanan bir anlam içine yerleştirir. 

Bir ülkenin halkı, her yıl tekrar edilen belli bir merasim ile tarihi başarılarını yeniden ve yeniden hatırlayarak kendisini onların ima ettiği temalar üzerinde bütünleşmiş bir varlık olarak hayal eder. 30 Ağustos Zafer Bayramı Milli Mücadele’nin son halkası olan Büyük Taarruz’un neticesidir. Düşman Akdeniz’e dökülmüş ve vatan kurtulmuştur.
Bu olayın aynı iklimin yeniden kurularak tekrar edilmesindeki amaç, sadece ülkenin ne bahasına kurulduğunu bugünkü nesillere anlatmak olamaz; aynı zamanda kolektif kimliğin bir referansı olarak gelecekteki “benzeri zaferler” için insanlara güç ve cüret verilmek istenmektedir. Zaman, birey olarak insanları yaşlandırırken kolektif kimliğin köklerini derinleştirir, geçmişe doğru biriken yıllar adeta geleceği de daha güçlü bir şekilde garanti altına alır. Bu yüzden insanların faniliğine karşı, geçmişe ve geleceğe yürüyen “ebedi” bir kolektif kimlik anlatısı ortaya çıkar. Temsil biçimindeki özel atmosfer ile bir kutsallık rezonansı kazanan bayramlar, böylelikle seyircilerine ve oyuncularına sıra dışı bir var oluşu tecrübe etme imkanını sağlarlar.

Halk seyirci olmamalı
Millet gibi milli bayramların da “kurmaca” olduğunu söyleyerek “sahih”lik zemininde bir eleştiri getirmek anlamsızdır. Böyle bir sahihliğin yegane kaynağı tabiattır; ona “insani” olarak eklenen her yeni unsur sahihlikten yoksun bir kültürel kategoridir. Millete bağlılık kadar bir evrensellik aidiyeti ya da sinik bir ruhla her tür değerin dışında kalan bir bireylik düşüncesi aynı türden kategorilerdir ve sahihlikten yoksundurlar. Bunların herhangi birine eleştiriler getiren ya da övgüler yağdıran yaklaşımlar –mümkün olmayacak– bir “nesnel akıl”dan değil mukabil değerler dizgesinden hareket ederler. Durdukları yeri, Adorno’nun ifadesiyle gerçeğin bir dublikasyonu olarak ideolojikleştirenler, böylelikle oluşan bir gerçeklik yanılsamasının imanı ile ötekileri eleştirirler. Bu yer, aynı zamanda kişinin ötekine hep bir yabancılık mesafesinde kaldığı yerdir.

“Sahihlik, nesnellik” gibi iddiaların ötesinde millet tahayyülünün sürekli bir “düşman” anlatısına ihtiyaç duyduğu, milli bayramların hasımlıkları da canlı tutan bir yönünün bulunduğu, bu bayramlarla birlikte militarist bir ruhun takdim edildiği gibi eleştirilerin dikkate alınması gereken yönleri olabilir. Ancak halen bütün bunların kendini meşrulaştıracağı bir dünyada yaşıyor oluşumuz bu eleştirilerin makuliyetini sınırlayacak, sadece “daha iyi bir dünya kurmak için çaba gösterilmesi gerektiği” çağrısı bakımından onu değerli kılacaktır.

Milli bayramların kutlanmasında standart bir format vardır: Temsili resmi kurumlar yerine getirirken halk sadece seyirci konumundadır. Bayramın nedenlerine ilişkin konuşmalar yapılır, şiirler okunur, gösteriler gerçekleştirilir nihayet halkın selamlandığı resmi geçitle tören son bulur. Anlaşılacağı gibi, süreç bütünüyle –akla gelen bütün anlamlarıyla birlikte resmiyetin– egemenliği altındadır, kimi bayramlarda sivil kesimlerin katılımı söz konusu olursa o da resmi bir düzen içinde gerçekleştirilir. Hatta bir bakıma milli bayramların kutlanmasında sivil kesimin anlamlı bir unsur olmaktan daha çok, resmi çevrelerin kendi performanslarını seyrettikleri bir ayna işlevi gördükleri dahi söylenebilir. Böylelikle en azından bir kısım sivil çevreler için milli bayramlar “katıldıkları” değil, tıpkı şairin “Orada bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür/Yatmasak da kalkmasak da/O köy bizim köyümüzdür” demesi gibi, uzaktan sahiplendikleri bir konumda yaşanmaktadır. Bu insanlar bayramların coşkusunu paylaşmasalar da onun bir yerlerde kutlanıyor olduğunu bilmekten, içinde yer aldıkları kolektif kimlik namına elbette memnundurlar. Yine de bu kutlama formatının gözden geçirilebilme imkanları üzerinde düşünmek gerekir.

Bundan yıllar önce Mersin’in Silifke ilçesine bağlı bir yayla köyünde 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın o yöreye gelişinin kutlanmasına katılmıştım. Resmi törenler hayli sınırlıydı; bunun yerine tüm civar köylerden insanlar çadırlarıyla, ürünleriyle, yemekleriyle gelmişler, ortalığı bir panayır yerine çevirmişlerdi. Meydanlara kurulmuş kazanlarda yöresel yemekler yapılıyor, oradan gelip geçen misafirlere ikram ediliyordu. Yine çeşitli yerlerde tezgahlarını kurmuş amatör satıcılar, bu vesile mallarını pazarlama ve iktisadi mübadelenin ötesinde insani ilişkiler oluşturma imkanını bulmuşlardı. Kesinlikle herkes çok eğleniyordu ve Zafer Bayramı’na sivil ve resmi tüm anlamlarıyla katılıyorlardı. Ben de kendi adıma konuşacak olursam, ilk defa orada milli bayramın nasıl halk temelli kutlandığının şahidi oldum. Mutlaka her bayramın kazanlar kurulup kuzular çevrilerek kutlanması gerekmez; fakat insanların isteyerek, kendiliklerinden törenlere katılmasını daha fazla teşvik edecek usuller geliştirilebilir. Burada, klişe temsili kitleler için “arzulanır” kılma çabası kadar rayiç “arzu temsilleri”nin kutlamalara eklemlenmesi hususunu mütalaa etmek yerinde olacaktır. 


Naci BOSTANCI
30.08.2003