Yargıtay’daki duruşmalı bir davada, türbanlı bir dava tarafının mahkeme başkanı tarafından “kamusal alanda türban takılamayacağı” gerekçesiyle salondan çıkartılışı üzerine “malum” tartışmanın yeni bir safahatı yaşandı.
Mahkeme başkanının davranışını haklı ve yerinde bulup destek verenlerle itiraz edenler gerekçelerini dile getirdiler, keza bu tür olaylarda aklın kaçınılmaz kardeşi olan sempati ve öfkelerini sergilediler.
Bu tür ülke çapında herkesi ilgilendiren, ideoloji, meşruiyet, iktidar, siyaset üzerine tartışmaları alevlendiren, nihayetinde konuya müdahil olanları neredeyse süreçte sembolik bir konuma indirgeyen hallerde yaşandığı gibi, muhtemelen, gazetelere, televizyonlara yansıyanların çok ötesinde, Anadolu’nun birçok yerinde, kahvehanelerde, misafir odalarında, otellerde, hane içlerinde insanlar tartışmaya ortak oldular, olup-bitenin mahiyetindeki kışkırtıcılığa katıldılar. Neticede bu tartışma, “yanlış politikalar” yüzünden ülkenin milli gelirinde bilmem kaç dolarlık bir düşüşün ya da kamu reformuyla birlikte ortaya nelerin çıkacağının tartışması değildir; bunun çok ötesinde, hatta denilebilir ki sözlerin ötesinde insanların bu hayattaki var oluş biçimlerine, kişisel ve kolektif kimliklerinin bamteline dokunan bir tartışmadır. Dolayısıyla bu konuda birinci elden fail olanların, ikinci düzeyde saf tutanların, başka her konudan çok daha fazla bir şekilde Anadolu kubbesinin akustiğine konuştuklarını, sözlerinin inanılmaz bir şekilde çoğullaştığını “akıl yürütme” denklemlerine dahil etmeleri gerekir.
Bunun anlamı, her kim sadece teknik yorumlarla tüketilemeyecek, toplumsal, siyasal sonuçlar doğuracak herhangi bir olayın faili haline geliyorsa, yapılıp edilenlerin sonuçlarını da görmesi bakımından güçlü bir sosyoloji bilgisine hayati derecede ihtiyacı olduğu hususudur. Elbette “sosyoloji bana uysun” diye de düşünülebilir; ancak bu, bütünüyle başka bir bahistir.
Olayın ardından en çok tartışılan, üzerine görüş beyan edilen konu “kamusal alan”ın ne olduğuydu. Kimileri mahkeme salonlarının da niteliği itibarıyla kamusal alan sayılması gerektiğini dile getirirlerken, kimileri hizmet gören ve hizmet alan şeklindeki bir ayırım çerçevesinde bakılması gerektiğini, dolayısıyla hizmet alanlara kurallar dayatılamayacağını beyan ettiler. Esas itibarıyla entelektüel tartışmaların son derece verimli ortamı, güçlü, belirgin, her iki tarafı kesin bir biçimde açıklığa kavuşturacak, herkesin mutabık olduğu (tıpkı ekvator çizgisi gibi) bir sınır çizgisinin kabulü noktasını henüz sağlayabilmiş değildir. Öyle anlaşılıyor ki, saf ve nesnel bir bilimsel akıl tasavvur edilmekle ve onun, “aklın yolu birdir” hükmü uyarınca herkesi aynı çizgiye getireceği hayal edilmekle birlikte, kendisi de iktidar ilişkilerinin bir parçası olan “akılların” yürüttüğü bu tartışma ümit edilen o noktaya, tartışmaların son bulacağı ekvator çizgisine hiçbir zaman ulaşmayacak. O zaman, kamusal alan üzerine literatür döktürmek, Arendt şöyle, Habermas böyle buyurdu demek, kendi tezini haklılaştırmak kadar karşı tarafın “bilimsel eksikliğini” de gidermek üzerine kurulu anlatılar oluşturmak ne işe yarıyor: Galiba, öncelikle son derece zevkli entelektüel bir uğraş alanı oluşturuyor; ikincisi, geleceğe, yeni kuşaklara, henüz mevcut konuda saf tutmayanlara sesleniyor; politik ve ideolojik mücadelenin o uzun soluklu maratonunda kendine bir yer buluyor. Çelişki şu ki, bu tartışmalar kendini doğuran konunun faillerine hemen hemen hiçbir mesaj iletmiyor; aksine onların kendi konumlarını tahkim etmeleri için daha fazla seferber olmalarına neden oluyor. Şimdi bu tartışmaların ardından şöyle bir tablo düşünülebilir mi: Yargıtay’daki hakim çıkıyor kamuoyunun önüne ve diyor ki: “Özür dilerim, ben kamusal alanı yanlış biliyormuşum, bu vesile ile tartışmaları takip edince daha doğru ve tutarlı bir kamusal alan fikrine ulaştım.” Yahut mahkeme salonundan çıkartılan bayan, “Son derece isabetli bir karar oldu, kamusal alan konusundaki bilgi eksikliğim giderilmiş oldu, mevcut tartışmaları lüzumsuz buluyorum, gerçek açığa çıkmıştır.” şeklinde bir açıklama yapabilir mi?
Sonuçta, bu bir kamusal alan tartışmasından çok, bu tartışmanın “gölge” kabilinden işin içinde yer aldığı bir güç ilişkileri tablosunun gösterenidir. Gücü elinde bulunduran, tanımların ne anlama gelmesi gerektiğini önemli ölçüde belirleyebilmektedir. Ancak toplumsal ve politik, her gücün arkasında, hangi şartların ürünü bir aklın var olduğu hususu son derece önemlidir. Politik sonuçlar doğuran güç ilişkilerinde tarafların gerçek toplumsal ilişkilerden türetilmiş bir akletmeyle davranmaları toplumların dinginliklerini ve istikrarlarını korur; steril mekanların aklı ise düşünüldüğünden, tahmin edilenden daha fazla sorunlar doğmasına sebep olur. Son tahlilde, yapılıp edilenlerin toplumdaki nihai etkisi, doğuracağı tepkiler, konumu ne olursa olsun herkesin düşünce repertuarında bir ana eksen olmalı değil mi?
Naci Bostancı
10.11.2003